- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
BİR ZAMANLAR TÜRKİYE
MAKRAMELER: 70’li yılların sonunda başlayıp 80’li yılların
ortalarında son bulan bir moda olarak ev hayatına giren makrameler, ev
kadınları tarafından misafir odalarının pencerelerine ya da oda kapısının iki
yanındaki pervazlara asılırlardı. Makrame; balık ağı formunda örülmüş renkli
iplerin içine konulmuş bir çiçek saksısı, yine bu iplerin tepede birleşerek bir
çengelde son bulduğu enteresan bir süs eşyasıydı. Daha çok dökümlü yaprakları
olan çiçekler bunların içine yerleştirilir ve evin muhtelif yerlerine
asılırlardı. Makramelerin alt kısımları ve taşıyıcı ipleri de dökümlü
boncuklarla süslenirdi. Farklı şekillerde olup, havada sürekli sallanıp duran
makramelerin modelleri, kadınlar tarafından kazak örneği alınır gibi
birbirlerinden alınır-verilirdi. Kadın dergileri her hafta “Haydi hanımlar
gelin, evde makrame yapalım!” gibi cezbedici sloganlarla yapım ekleri
yayınlarlardı. Bunların içine oturtulan çiçeği sulamak da biraz hüner işiydi.
Çünkü gereğinden fazla dökülen su, bir süre sonra makramenin yüksek irtifadan
yere doğru işemesine neden olur, etrafa sıçrayan topraklı necis sular, pek de
hoş olmayan görüntülere sebebiyet verirdi. Ne akla hizmet olarak icat edildiği bilinmeyen
makramelerin modası da 80’lerden sonra kalmadı.
AÇIK BİSKÜVİLER:Mahalle bakkallarında şimdiki gibi
paketlenmiş bisküviler yoktu ya da lüks sınıfına giren birkaç marka da pahalı
olduğundan pek tutulmazdı. Hemen her bakkal dükkânının giriş kapısının yanında
ortalama 30X30X30 ebatlarında teneke bisküvi kutuları düzenli bir şekilde
üstüste oturtulmuş halde dururdu. Bunların ön kısmında camlı bir kapakları
olurdu. Kapak, içindeki bisküvilerin bayatlamaması için sürekli kapalı olur,
camdan içinde hangi tür bisküvi olduğu görülürdü.
Bu kutular, içindekilerin herhangi bir kazaya kurban
gitmemesi için zeminden 30 derece kadar yukarı bakacak şekilde meyilli
konulurdu. İstenen tür bisküvi, bakkal tarafından kâğıttan bir kese kâğıdına
doldurulup tartılarak müşteriye verilirdi. En bilinen markalar ise; Ülker, Eti
ve Besler’di.
ARAP SABUNU: Deterjanların günümüzdeki gibi yoğun bir
biçimde henüz günlük hayata girmediği yıllarda, temizlik işlerinde çoğunlukla Arap sabunu ya da beyaz kalıp sabunlar kullanılırdı. Kalıp sabuna nazaran
temizleme kabiliyeti daha yüksek olan “Arap sabunları” bakkallarda, kesif
kokusundan dolayı dükkânın genellikle dışına konulan bir tenekenin içinde
muhafaza edilirler, bakkal tarafından metal bir kaşık yardımıyla, naylon
torbanın içine doldurulduktan sonra tartılarak satılırlardı. Görüntüleri
itibarıyla ağdalı-sümüksü kıvamlarından, sarı renklerinden ve kendilerine has
oldukça itici kokularından beklenmeyen temizleme özellikleri, onların bulaşık
hariç hemen her yerde kullanılmalarına neden olurdu. Yerlerin, merdivenlerin,
muşambaların, çamaşırların arıtılması işlemlerinde kadınların en büyük
yardımcısı olan Arap sabunları, artık günümüzde iyice gözden düştüler. Bu
sabunları satan bakkal da kalmadı.
AYI OYNATICILAR: Çingenelerin tekelindeki bu meslek grubunda
ekip, elinde tef ve uzunca bir sopa olan kavruk bir çingene ile, beline sardığı
zincirin ucu, burnuna geçirilen halkaya takılmış bir ayıdan oluşmaktaydı. Daha
çok turistik yerler ve sokak aralarında boy gösteren bu ikili ekibin gösterisi,
tefi dokuz-sekizlik aksak bir ritimle çalarak şarkı söyleyen çingenenin, arada
bir elindeki sopayla ayıyı dürtmesinden sonra hayvanın tempoya uygun
hareketlerle zıplaması, sopaya tutunarak iki ayağının üzerinde dikilmesi ve
bazen de yere yatarak bayılma numarası yapmasından oluşan ilginç bir şovdan
ibaretti. En çok tutulan gösteri ise; “Kocaoğlan, hamamda karılar nasıl
bayılır?” sorusunun ardından ayının bayılma numarası yapmasıydı. Gösteri
bitince çingene kasketini çıkararak, etraflarında halka olan seyircilerden
bahşiş toplardı.1980’lerde ayı oynatmak kesinlikle yasaklandı. Hayvanlar
toplanarak, Uludağ’da oluşturulan ayı yetiştirme ve rehabilitasyon merkezine
götürüldüler.
AYŞEGÜL ÇOCUK KİTAPLARI: Fransız yapımı renkli ve resimli A4 ebatlarında, parlak kalın kâğıda baskılı çocuk kitapları vardı. İçindeki çizimler renkli fotoğraf kalitesinde ve güzelliğinde, hemen her türlü detay düşünülerek hazırlanmış, o günler için oldukça lüks sayılabilecek bu kitaplar, ortalama 16 sayfa civarındaydılar. Türkiye baskılarında Ayşegül adı verilmiş hayalî bir Fransız kız çocuğunun; evde, okulda, piknikte, tatilde, uçakta, köyde, tiyatroda, yaş gününde... şeklinde senaryolaştırılmış serî maceralarını anlatmaktaydı. Bu kızın Fındık adında kahverengi bir köpeği ve hiç de Türkiye şartlarıyla benzerlik taşımayan bir yaşam biçimi vardı. Ailecek bahçeli lüks bir köşkte otururlar, kilisenin bahçesinde oynarlar ve sık sık ıstakoz yiyip, uzak ülkelere tatile çıkarlardı.
AYŞEGÜL ÇOCUK KİTAPLARI: Fransız yapımı renkli ve resimli A4 ebatlarında, parlak kalın kâğıda baskılı çocuk kitapları vardı. İçindeki çizimler renkli fotoğraf kalitesinde ve güzelliğinde, hemen her türlü detay düşünülerek hazırlanmış, o günler için oldukça lüks sayılabilecek bu kitaplar, ortalama 16 sayfa civarındaydılar. Türkiye baskılarında Ayşegül adı verilmiş hayalî bir Fransız kız çocuğunun; evde, okulda, piknikte, tatilde, uçakta, köyde, tiyatroda, yaş gününde... şeklinde senaryolaştırılmış serî maceralarını anlatmaktaydı. Bu kızın Fındık adında kahverengi bir köpeği ve hiç de Türkiye şartlarıyla benzerlik taşımayan bir yaşam biçimi vardı. Ailecek bahçeli lüks bir köşkte otururlar, kilisenin bahçesinde oynarlar ve sık sık ıstakoz yiyip, uzak ülkelere tatile çıkarlardı.
BONCUKLU KASAP KAPILARI: Kasap dükkânlarının kapılarında,
özellikle yaz aylarında kapıyı yere kadar tamamen örten, pervazın üzerine
tutturulmuş dikey iplere dizili rengârenk boncuklardan oluşan, genellikle sinek
benzeri uçucu haşeratın içeriye girmesini engelleyen siperlikler olurdu.
İçeriye girmeniz için, bu boncukları ortalarından tutarak, uzun bir saçı at
kuyruğu yapmak için toplar gibi bir elinizle tutup kenara itmeniz yeterli
olurdu.
CİN ALİ ÇOCUK KİTAPLARI: 1970’lerde revaçta olan ilkokul
çocuklarına yönelik “Cin Ali” adlı kare şeklinde 16 sayfadan oluşan,
siyah-beyaz çok enteresan kitaplar vardı. Ali adlı çocuğun, belli bir seriyi
takiben; okuldaki, piknikteki, denizdeki, müzedeki, törendeki, dişçideki ve
hayvanat bahçesindeki müthiş heyecanlı maceralarına yer veren kitaplardaki
çizimler çöp çizgilerden oluşmaktaydı.
Her şey ama her şey birkaç çizgiden ibaretti; evler,
arabalar, insanlar, hayvanlar, eşyalar... Kollar ve bacaklar ve vücutlar çöpten
ibaret olup herhangi bir organ ihtiva etmemekteydi. Kafalarsa bir yuvarlaktan
müteşekkildi. Okuyan çocuğun resimleri kolayca taklit ederek çizebilmesine
imkân vermek amacıyla düşünüldüğü muhtemeldi. Her çocuğun çantasında bu serinin
en az 1-2 kitabı mevcuttu. 80’lerden itibaren çocuk kitapları sektöründeki
hızlı gelişim, Cin Ali kitaplarının da sonu oldu.
CİVCİV BESLEMEK: 80’li yıllarda moda olan trendlerden biri
de evlerde civciv beslemekti. Pazarlarda ve hatta sokak aralarında satılan
civcivlerden 3-5 adet satın alınır, bunlar yazın evlerin balkonlarında, kışınsa
odanın içinde kuytu bir köşede, yanlarında birkaç havalandırma deliği açılıp
zemini samanla döşenen bir ambalaj kutusunun içine konulur, kutunun üzerinden
de içeriye ısıtma ve aydınlatma amaçlı, sürekli yanan bir ampul sarkıtılırdı.
Hevesle başlanan bu bakım işi giderek tavsar, civcivler birer ikişer telef
olmaya başlar, sonunda da yaşamayı başaran kalanları piliç mertebesine ulaşıp
da, sürekli kutudan çıkmaya, eşyaların üzerinde uçmaya, etrafa tüy dökerek
yerleri pisletmeye başladıklarında kesilip ailecek yenilirlerdi. Apartman
dairelerinde kümes hayvanı beslemek gibi ekstrem girişimleri olan aileler için,
bir gecelik ziyafet uğruna o zahmeti ve kokuyu aylarca çekebilmek ne derece
çekiciydi, bilinmez...
YASSI DİKDÖRTGEN PİLLER: Yaklaşık 5X5 santim ebatlarında
kırmızı-beyaz renkli yassı piller vardı. “Berec”, “Ki-wi” gibi
markalardaydılar. Bunlar daha çok el radyolarının arkalarına kayışla
sabitlenirlerdi. 6 volttular (Şimdiki 4 adet 1,5 voltluk kalem pillerin toplam
kapasitesinde). Artı kutuplarının olduğu yerlerde teneke iki adet kulakçıkları
olurdu. Çok pratik ve kullanışlı olan yassı piller 80’lerin sonunda piyasadan
silindiler.
YÜNDEN ASTRONOT BAŞLIKLARI: Aya ilk insanın ayak bastığı
1969 yılından sonra, astronot başlıklarından esinlenerek moda olan çocuk
başlıkları vardı. Hemen her çocuğun en az bir adet yünden astronot başlığı
olup, bunlar çeşitli renklerde ve genelde -astronotlarda olsa oldukça komik
kaçacağı kesin- tepelerinde birer ponpon ihtiva ederlerdi. Tek parçadan
müteşekkil bu teknolojik koruyucuların ön kısmındaki açık bölümünden, giyen
çocuğun gözleri ve burnu gözükürdü. Ağız kısmını tamamıyla örttüğünden dolayı,
ayrıca kaşkol sarılmasına gerek kalmazdı. Başlık kafaya sıkıca yapıştığından,
çıkarıldıklarında saçlar ıpıslak ve şekilsiz görünümlerini bir süre korurlardı.
ÇOCUK ZAPT ETME KAYIŞLARI: Küçük çocukların yolda yürürken
sağa-sola ani hareketlerle koşarak herhangi bir kazaya uğramalarını önlemek,
bir nevî dizginlemek için kayışlar icat edilmişti. Bebek mağazalarında satılan
bu deri kayışlar, yumurcağın omuzları ve koltuk altlarından dolanarak
bağlanırlardı. Yaklaşık 1 metre uzunluğundaki kayışın ucu da ebeveynin elinde
olurdu. Çocuk, kayış yardımıyla sık sık frenlenirdi. Anne-babalar da hem çocuğu
kucakta taşımak zahmetinden kurtulurlar, hem de güvenli bir şekilde çocuğu bir
ölçüde serbest bırakırlardı. Görüntü olarak gerçekten de itici olan bu
uygulama, 80’lerde tamamen yok oldu.
ÇORAPTAN ÖRGÜ PASPASLAR: Özellikle 70’lerde moda olan bu
paspaslar, hamarat evkadınları tarafından, kaçtıkları için giyilemeyecek
durumdaki kadın çoraplarının malzeme olarak kullanıldığı, kalın şişlerle örülen
ev eşyalarıydılar. Kapı önlerine ve evin muhtelif yerlerine serilirler ve kışın
da yerin soğuğunu oldukça önlerlerdi. Hem eski çoraplar değerlendirilir, hem de
bedavaya paspas sahibi olunurdu. Bu parlak fikir, 80’lerden sonra tüketim
toplumu tarafından avam kabul edilerek, kaçmış çoraplar direkt çöp kutusuna
atıldılar.
CUMARTESİ EĞİTİM-ÖĞRETİM: İlk ve ortaokullar, 1974 yılına
kadar Cumartesi günleri de öğrenime devam ettiler. Cumartesileri diğer günler
gibi tam değil yarım gün kabul edilirdi. Bu yüzden öğretim iki saatti. İlk ders
1 saat sürer, sonra on dakika teneffüs olur, ardından da 40 dakikalık ikinci
ders yapılır ve bahçede hep bir ağızdan İstiklal Marşı okunduktan sonra
bir buçuk günlük hafta sonu tatiline girilirdi. Bu uygulama 1974-75 öğretim
yılından itibaren kaldırılarak, Cumartesi günü tam gün tatil kabul edildi.
DALYANLAR: Boğaziçi’nde ve Marmara kıyılarında 60’larda
yoğun olarak, 70’lerde de azalarak kurulan dalyanlar vardı. Kıyıya yakın sığca
kesimlerde denizin dibine ağaç kazıklar çakılarak bunların arasına geniş ve
hacimli balık ağları gerilirdi. Balık sürüleri geçerken bir ucu torba gibi açık
olan dalyan ağlarından içeri girerler, bir süre sonra da dalyanın ağzı
kapatılarak içindeki balıklar kıyıya çekilirdi. Dalyan tahtalarının birinde
dalyan gözcüsü sürekli nöbet beklerdi. Görevi ağa balık sürüsü girince, tuzağın
ağzını kapatmaktı. En meşhur dalyanlar Boğaz’da akıntının yoğun olduğu
noktalarda kurulu olan Kavaklar, Sarıyer, Beykoz, Çubuklu ve Salacak ile
Marmara kıyılarında Yenikapı ve Bakırköy dalyanlarıydı. 80’lerde balık
türlerinin ve sayılarının İstanbul sularında giderek azalması sonucu
dalyanlarda birer ikişer tarihin derinliklerine gömüldüler.
DEVAM SA:3 SÜ:5’DE: 80’lerin sonlarına dek gazetelerin ilk
sayfalarında yer alan haberler, şimdiki gibi özet olarak sunulmaz, direkt
konuya girilerek makale tarzında anlatılmaya başlanırdı. Kendine ayrılan yerin
sonuna gelindiğinde de, haber nerede kaldıysa (çoğu zaman cümlenin ve hatta
kelimenin ortasında) kesilir, altındaki satıra da koyu harflerle; “devamı sa:3
sü:5’de” gibi ilginç bir ibare konulurdu. Yani bu açıklama, haberin orada
bitmediğini ve devamının, gazetenin üçüncü sayfasının beşinci sütununda
olduğunu belirtmeye yarardı. Artık günümüzde ilk sayfada kısa bir özetin
altına; “devamı 3’de” gibi ibareler konulmakta ve adı geçen iç sayfada haber
bir bütün olarak en başından sunulmaktadır.
KOYUN POSTUNDAN YAYGILAR: 70’li yıllar denenmemişlerin
denendiği yıllar olduğundan dolayı, o yıllarda evlerde enteresan bir yenilik
daha yerini aldı; “koyun postundan yaygılar”... Çoğunlukla kurban bayramını
müteakip, kesilen hayvanın postu biraz alacalı ya da bol tüylüyse, herhangi bir
hayır kurumuna verilmek yerine özel birtakım işlemlerden geçirilerek yıkatılıp
temizletildikten sonra, kokuları olabildiğince giderilir, alt kısımları tabaklatılır,
tüyleri parlatılarak yumuşatılır ve de daire kapısının girişi ya da misafir
odasının ortası gibi evin en görünen bir yerine yayılırdı. Postlar bunca
işlemden geçtikten sonra deforme olup pelte gibi iyice kendilerini saldıkları
için, görenlerde, üzerinden tır ya da silindir geçtikten sonra dümdüz bir
vaziyette odanın ortasına yapışmış ölü bir kuzu intibası uyandıran bu yaygılar,
üzerlerine basıldığında muşambanın veya taşın üzerinde kolaylıkla kayarak,
basanları sık sık düşürme özelliğine de sahiptiler. 80’lerden sonra insanlar bu
yanlıştan döndüler ve evlerine normal kilimler ve halılar sermeye başladılar.
EGZOZ BORUSU ÇIKARTILMIŞ OTOMOBİLLER: 1970’lerde ve 80’lerin
sonlarına kadar, özellikle gençler arasında Murat-124 marka otomobillerin
egzoz boruları çıkartılarak sokak aralarında hızla dolaşma modası vardı. Egzoz
borusu olmayan otomobil çok kuvvetli bir mide-bağırsak gurultusu ile aşırı
zorlanarak yellenme sesi arası bir gürültü çıkarırdı. Bu otomobillerin
koltukları çoğunlukla koyun postuyla kaplanmış olur ve tavanıyla arka camların
iç kısımlarına ağırlıklı olarak mor ya da kırmızı ince lambalar monte edilmiş
olurdu. Pioneer marka kasetli teyplerinde sürekli Orhan Gencebay ya da Ferdi
Tayfur çalardı. Ön ve arka çamurluklar ise özel kaplama olurdu. Ön camın içine
olabilen her şey süs eşyası olarak asılı dururdu. Camın arkasında da o yıllarda
moda olan ve çoğu arabada birer tane bulunan, arabanın hareketiyle birlikte
kafası sağa-sola titreşen oyuncak bir de köpek bulunurdu. Arabanın turlama
esnasında çıkardığı bu enteresan sesin nereden geldiğini görmek için çoğu
insanın evlerin pencerelerinden dışarı uzanmalarına yol açan Murat-124 marka
otomobillerin 90’larda yollardan çekilmesiyle bu moda da rafa kalktı.
EL RADYOLARI: Avuç içinden biraz daha büyük ve arkalarında
mutlaka yassı bir pili olan, bant aralığı dar ve parazitli, derinden gelen bir
sese sahip, yanlarında uzayabilen antenleri olan radyolar, özellikle erkekler
tarafından çok rağbet görürdü. Bilhassa Pazar günleri TRT’nin canlı yayınladığı
lig maçları, kulaklara sıkıca yapıştırılan bu el radyolarından takip edilirdi.
Halihazırda radyosu olmayan otomobillerde ve diğer araçlarda da torpidonun
üzerindeki yerlerini alırlar ve yol boyunca açık olurlardı. Paraziti en aza
indirmek için, dinleyenler sık sık yönlerini değiştirmek zorunda kalırlardı.
EV ŞEKLİNDE BİBLO BAROMETRELER: Çoğu evde teknik
göstergelerinden çok süs amaçlı kullanılan barometrelerden vardı. Çoğunlukla ön
tarafı iki kapılı, çatısı ve yanlarında pencereleri olan tahtadan bir ev
şeklindeki biblonun kapılarından birinde şemsiyeli bir adam, diğerinde ise
elinde çiçek demeti taşıyan bir kadın biblosu olurdu. Bunlar orta noktasından
yere vidalanmış uzunca bir tahtanın iki ucuna sabitlenmiş figürlerdi. Evin
üzerindeki barometrenin alçak ve yüksek basıncı göstermesine göre, uzun tahtaya
bağlı bir düzenek yardımıyla figürlerin birinden biri evin dışına çıkarken,
diğeri otomatikman içeri kaçardı. Şemsiyeli adam evin dışına çıktıysa havanın
bozacağı, çiçekli kadın dışarı çıktıysa havanın güzel olacağı ima edilmekteydi.
Günümüzde ise evlerde değil barometre, termometre dahi asılı değil.
MANDOLİN: 60’larda ve 70’lerde ilkokul çocuklarına çalmaları
için zorla dayattırılan bu İtalyan çalgısı, nedense çocuklar tarafından pek
sevilmezdi. Okullarda öğretici kurslar dahi açılır, bütün kırtasiyelerde,
kapağında çalgı çalan bir kız ve bir erkek çocuğu resmi olan mandolin metod
kitapları satılırdı. Aylarca süren bir kurs dönemi sonunda müzik kulakları pek
de gelişmemiş, ancak ebeveynlerinin baskısına karşı gelememiş bu yeni yetmeler,
okulun salonunda bir de konser verirlerdi. Repertuvarları da, üç ile beş
arasında değişen basit okul şarkılarından teşekkül ederdi. Doğru notayı
çıkarması oldukça güç ve beceri isteyen, gerili 4 çift telden oluşan, penayla
çalınan mandolinlerin bu üçgen penaları, tremolo (seri vuruş) esnasında hep
kırılır, görev sağlam olan köşeye devredilir, her üç tarafı da kırılana kadar
kullanılırdı. Kurs sona erdiğinde çocuklar tarafından genellikle arkaları
çevrilerek darbuka olarak kullanılan (içleri boş olduğundan, vurulduğunda
bayağı da güzel de ses çıkaran) ve normal yüzlerinden çalındığında sazla buzuki
arası bir ses veren mandolinlerin ses perdeleri de oldukça geniş sayılırdı.
80’lerde okullarda blok flüt modası baş gösterince mandolinler de tamamıyla
gözden düştüler.
FACITLAR: 70’li ve 80’li yıllarda muhasebecilerin, özellikle
de bakkal dükkânlarının değişmez elemanlarından olan “Facıt”ler, sağ yanında
bir çevirme kolu ve üzerinde tuşlar olan enteresan hesap makineleriydiler.
Bakkal, Facıt’ın tuşlarına bastıktan sonra, yanındaki kolu ileri-geri birkaç
kez seslice çevirir, tekrar tuşlara basar, yeniden kolu çevirir ve bu işlemler
zinciri, hesaplanacak tüm kalemler tamamlanana kadar sürüp giderdi. En son
işlemden sonra üzerinden yazar kasa fişi gibi bir kâğıt çıkartırdı. Hesaplayan
kişi bu fişe bakarak, alışverişin ederini söylerdi. Sadece toplama-çıkarma
yapabilen ve günümüz koşullarında çok ilkel sayılabilecek olan Facıtlar, o
dönemlerin pratik ve teknolojik aletlerindendiler.
GELİN ARABASI SÜSLERİ: 70’li yıllarda evlenme törenleri
başından sonuna kadar, zengininden fakirine kadar olabildiğince şaşaalı
kutlanması gerektiğine inanılan törenlerdendi. Bu yüzden gelin arabalarının
hemen her yeri (kapı tutacaklarından, sileceklerine, çamurluklarından ön
kaputun üzerine kadar) süslenmeye çalışılırdı. Gelin arabalarının olmazsa olmaz
başlıca süsü ise, otomobilin ön kaputunun ön ortasına oturtulan, gelinlik
giydirilmiş oyuncak bir kız bebekti. Aracın ön kapılarıyla ön camı arasına
sıkıştırılmış rengârenk iki kurdele iki taraftan üçgen oluşturacak şekilde
gerilir ve oyuncak bebeğin bacaklarının arasında sabitlenirdi. Gelin arabasının
-şanından olsa gerek-, nikâh törenine gidiş ve gelişinde aşırı sürat
yapmasından ötürü, kaputun üzerindeki bebek çoğunlukla yolda savrularak düşer
ya da oluşan rüzgârdan yamulur, eciş-bücüş olurdu.
HİPPİLER: 1968 yılında dünyada esen serbestlik rüzgârının
yansımaları olan “Hippiler (Hippy)”, 70’lerde Uzak Doğu orijinli dünya
gezilerine çıkmaya başladılar ve Hindistan, Nepal, Katmandu gibi Budizm
ağırlıklı yerlere ulaşmak için rotalarını genelde Türkiye üzerinden çizdiler.
Kendilerine “Çiçek çocukları”, “Barış elçileri” gibi enteresan isimler veren
Batı Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın işsiz, parasız entel gençleri, Volkswagen
marka minibüslere doluşarak İstanbul’a geldiler ve uzun yıllar Sultanahmet’i
kendilerine buluşma yeri seçerek, burada ucuza konaklamaya başladılar.
Uyuşturucu ağırlıklı bir yaşam tarzı süren ve garip giysiler giyerek sürekli
şarkı söyleyen, çalışmayan, üretmeyen bu akımın temsilcilerine tüm dünyada
olduğu gibi bizde de Hippi denildiği gibi, İstanbul halkı tarafından
kendilerine ikinci bir isim daha takıldı; “Bitli turist”... Sultanahmet semti
de bundan nasibini aldı ve adı; “Bitli Sultanahmet” oldu uzun yıllar...
Hippilik akımı 1980’lerin başında yok oluş sürecine girince, hippiler de
İstanbul’u terketmeye başladılar.
KAĞIT KÜLAH FIRLATMA BORULARI: Çocukların, nalburlardan
ortalama 30 santim uzunlukta kestirerek satın aldıkları gri renkli, sert
plastik su boruları, 70’li ve 80’li yıllarda, onların hain emellerine alet olan
bir silâh şeklinde kullanıldılar. Cephaneleri, defterlerinden kopardıkları
dikdörtgen kâğıtlar olup, çocuklar bunları bellerindeki kemere tomar halinde
tuttururlardı. Açık kalmış bir pencere gördüklerinde derhal bu tomardan bir
kâğıt koparıp, ucu sivriltilmiş bir külâh haline getirerek borunun ucuna
sokarlar ve ardından da nişan aldıkları istikamete doğru üflerlerdi. Külâh ok
gibi borunun öbür ucundan fırlar ve pencereden içeriye hızla girerdi. Bu oyun,
genelde yaz tatillerinde çocuklara müthiş zevk veren bir eğlence olmakla
birlikte, onca işleri arasında misafir odalarını doldurmuş bu davetsiz
misafirleri toplayarak imha etmek zorunda kalan ev kadınları için aynı şey
söylenemezdi. İstanbul’un otuz dereceyi aşan bunaltıcı günlerinde kamışlı hain
veletler uzaklaşana kadar mecburen camlar kapatılırdı. Bazen de çocuklar kendi
aralarında gruplar oluşturarak birbirleriyle külâh savaşı yaparlardı. Daha
azgınca olanları kâğıt külâhın sivri kısmının ucuna bir de toplu iğne
sapladıkları için birtakım istenmeyen kazalar da meydana gelirdi.
LEBLEBİ TOZU: Mahalle bakkallarında “leblebi tozu”
satılırdı. İşaret parmağı uzunluğunda ve kalınlığındaki şeffaf torbalara
doldurulmuş şekerli leblebi tozları, çocuklar tarafından çok sevilen ve genelde
yenmek üzere değil de, ağıza tümüyle doldurulduktan sonra karşındakine hızla
püskürtülmek için satın alınan bir gıda maddesiydi. Eğer ağızda fazla
tutulursa, boğaza fena halde kaçar ve uzun süre öksürtürdü. Boğulmak üzere olan
çocuğunu farkeden telâşlı ebeveynler tarafından çocuk güzelce dövülür, leblebi
tozunun kalan kısmı derhal çöpe atılırdı.
LÜTFEN SAYFAYI ÇEVİRİNİZ: Çoğu derginin sağ sayfalarının en
altında; işaret parmağı ileriye doğru uzanmış küçük bir el işaretinin yanında,
sayfayı çevirmemiz gerektiğini belirten uyarıcı (!) bir yazı olurdu. Yazının
devamının nerede olduğunu bilemeyip bocalayabilecek zekâ düzeyindeki okuyucular
baz alınarak hazırlanmış olması muhtemeldi. Kimi dergiler işi iyice abartır ve
tüm sağ alt sayfalarına -istisnasız- bu uyarı yazısı ile işaret parmağını
koyarlardı. Artık okuyucuların herhangi bir yardım görmeksizin sayfa
çevirebilme yetenekleri geliştiğinden olsa gerek, günümüzde dergilerde ve
gazetelerde bu tür ibareler konulma gereği hissedilmemektedir.
MIZIKALAR: 60’larda ve 70’lerde çocuklara alınan hediyelerin
başında –her nedense- mızıka adı verilen müzik aletleri gelmekteydi. İnce uzun
dikdörtgenler prizması şeklinde olup, uzun kenarlarından birinde üflendiğinde
ses üretmeye yarayan, iki sıralı küçük karelerden oluşan delikleri olan bu
acayip aleti hakkıyla çalabilen tek bir çocuğun dahi olmadığı, yapılan ısrarlı
gözlemler sonucu görülmüştür. Dudaklar arasında hızla sağa-sola hoyratça
çekilirken kuvvetlice deliklerine ileri-geri üflendiğinde, kapı gıcırtısına ya
da kuyruğu kapıya sıkışmış kedi sesine benzer baydırıcı nağmeler üreten bu
Amerikan kovboy çalgısının hediyelik eşya olma şanssızlığı 80’li yıllardan
itibaren sona erdi.
MOTOSİKLET KABİNLERİ: Motosikleti olanların yarısından
çoğunun bir de kabini olurdu. Motorun sağ tarafına bağlanıp çıkarılabilen bu
kabinler kapısız ve tek koltukluydular. Sadece sağ taraflarında tekerlekleri
olurdu. Önlerinde rüzgâr kesici bombeli bir de camları vardı. Kabinin arkasında
da küçük bir bagajları bulunurdu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi
askerlerinin sıkça kullandığına filmlerde şahit olduğumuz bu dual araçlar,
İstanbul’da genellikle motoru kullanan şahsın eşini ve çocuklarını taşıma
görevi üstlenmişlerdi. Kabinin ağırlığından dolayı hızları yarı yarıya düşse de,
dengeleri durdukları zaman da bozulmadığından dolayı, daha güvenli bir havaları
vardı. Yağışlı havalarda üstleri tenteyle kapanabilen modelleri de vardı. Kimi
kabinlerin koltukları çıkarılarak, içleri eşya ve malzeme taşıyacak şekle de
getirilirdi.
MİSAFİR ODASI SARMAŞIKLARI: Evlerin oturma odalarında, evin
hanımı tarafından, dalları pencere altlarını, pervaz kenarlarını, kirişleri,
kısaca mekânı çepeçevre dolaşan sarmaşıklar yetiştirilirdi. Heybetli ve
gösterişli bir saksıdan beslenen yeşil dallarına, kem gözlü misafir kadınlardan
koruması maksadıyla, belli aralıklarla nazarlıklar da asılırdı. Odanın
peyzajına yeşil rengi ve doğal görünümüyle pozitif katkıda bulunan bu
sarmaşıkların yüzlerce yaprağına konan tozların teker teker silinmesi ev
kadınlarını isyan ettirdiğinden olsa gerek, zamanla bu moda yok oldu ve küçük
boy çiçeklere geri dönüldü.
AKŞAM GAZETELERİ: 60’lı ve 70’li yıllarda radyo yayınları
kısıtlı olduğu ve televizyon da olmadığı için gazeteler çok önemliydi. Gündüz
satılan gazetelere alternatif olarak akşama doğru 15-16’dan sonra “Akşam”
gazetesi adıyla bazı gazeteler basılır ve gün içindeki önemli olaylar ertesi
güne sarkmadan sıcağı sıcağına bu akşam gazetelerinde yer alırdı. Dağıtımları
daha çok vapur iskelelerinde, otobüs duraklarında ve tren istasyonlarında olur
ve iş dağılış saatlerine denk getirilirdi. Böylece meraklısına 12 saatlik
periyotlar halinde taze haber sunulurdu.
ARABA ÖRTÜLERİ: 70’lerde otomobil sahibi olmak biraz
ayrıcalık addedildiğinden olsa gerek, araç sahipleri otolarına öz evlâtlarına
bakar gibi bakarlar ve geceleri park ettikten sonra üzerlerini de küçük
çocuğunun üzerini battaniyeyle örten şefkatli bir baba misali brandayla sıkıca
örterlerdi. Böylece araç, gece yağan yağmurdan, sıçrayan çamurdan, dışarıdan
gelebilecek taş veya darbelerden korunmuş olurdu. Bu yekpare brandalar oto
yedek parçacılarında satılırdı. Aracın karoserine göre dizayn edilerek
dikilmişlerdi. Genelde gri, bazen de mavi ve krem renklerde olurlardı. Araç bu
brandayla tamamen paketlendikten sonra uçlarındaki ipler vasıtasıyla aracın
altındaki muhtelif yerlere sıkıca bağlanarak sabitlenirlerdi ki, kimse onları
açamasın, ya da rüzgârdan pot yapıp havalanıp uçmasınlar... Her gece paket
yapıp sabah mahmurluğuyla bu devasa paketi açmak, günümüzde artık bayağı bir
zahmetli geldiğinden dolayı artık kimse otomobillerini brandayla örtmemekte...
ÇATANALAR: Haliç’teki yük indirme-bindirme iskelelerine ve
tersanelere malzeme götüren basık ve tek katlı, arkalarına yük taşımaları için art arda
mavnalar bağlanmış tren katarı gibi ilerleyen ilginç bir taşıma sistemi vardı.
Mavnaları çeken ufak gemiye “Çatana” denirdi. Bu çatanaların bacaları ince ve
uzundu. Galata ve Unkapanı Köprüleri’nin altından geçerlerken bacaları tam
ortalarından çelik bir tel vasıtasıyla gerilerek çekilir ve baca yaklaşık 75
derece kadar kırılarak arkaya yatardı. Köprünün altından geçince tekrar makara
gevşetilir ve baca yerine otururdu. Bacanın ortasından kırıldığı anlarda duman
açılan kırık yerinden savrulmaya devam ederdi.
MUŞAMBA: Halıfleks ya da yer karolarının yaygınlaşmadığı
yıllarda evlerin odalarının, hatta mutfaklarının ve tuvaletlerinin zeminleri
muşamba kaplı olurdu. Çoğunlukla kahverengi ya da gri renklerin hakim olduğu bu
yer kaplama materyallerinin üzerinde birbirini tekrarlayan grafik desenler
olurdu. En çok tutulan desen ise pötikare adı verilen iki rengin çaprazlamasına
uygulandığı küçük kare şekillerdi. Muşambalar odaların zeminleri tahta olduğu
için, bir süre sonra tahtaların deformasyonuna ayak uydurur ve altındaki
tahtanın girintili-çıkıntılı şeklini almaya başlardı. Üst kısımları kayganca
olan muşambalar, üzerleri silinip parlatıldığı zaman daha bir tehlikeli hale
gelirler ve çorapla üzerlerine basılmasını genellikle affetmezlerdi. Yıpranan
ya da yırtılan kısımlarına, daha önceden yedeklenen muşamba parçalardan uygun
şekiller kesilerek buralara yama yapılırdı.
ARKASI YARINLAR: Televizyon yayınlarının çok kısıtlı
yapılabildiği 70’lerde hafta içi her gün 10.00-10.20 saatleri arasında “Arkası
Yarın” adı verilen sürekli radyo piyesleri yayınlanırdı. Dinleyicilerin konuya
adapte olabilmeleri için, kapı gıcırtısı, ayak sesi, yağmur, rüzgâr, uğultusu,
kuş cıvıltısı, motor çalışma
sesi gibi birtakım ses efektleriyle zenginleştirilmiş
karşılıklı diyaloglardan oluşan piyesler, Türk ve dünya klasikleri ağırlıklı
olurlardı. Bu piyeslerin jenerik açıklamalarında en akılda kalanı ise; “Efekt:
Korkmaz Çakar”dı. Adı geçen şahıs, yukarıda anlatılan efektlerden sorumlu ses
görevlisinin adıydı.
AT ARABALARI: Bilhassa benzin kıtlığının yaşandığı
1970’lerde at arabaları, zerzevat satıcısından yük taşıyanına kadar hemen her
meslek grubunun gözdesi olan ulaşım araçlarındandı. Bunların tahtadan dört adet
tekerleği vardı ve bu tekerlekler özellikle paket taşlı yollarda çok fazla ses
çıkarırdı. Arabalar genelde tek, bazen de iki at tarafından çekilir ve tüm
atların başına siyah deriden at gözlüğü ile arkalarına da gübre torbaları
bağlanırdı. Arabayı sürenin oturması için, aracın önünde biraz yükseltilerek
deri minderle kaplanmış ve yetmeyerek, üzerine çeşitli kilim parçaları örtülmüş
bir sürücü mahalli vardı. Atların arkalarına ne kadar torba bağlanırsa
bağlansın, yine de hatırı sayılır bir ölçüde gübreler asfalta dökülerek gün
boyu kaybolmayan nahoş kokulara sebep olurdu.
AT ARABALI ZERZEVATÇILAR: Sokak aralarında at arabalarına
estetik bir şekilde dizdikleri türlü çeşit sebze ve meyveyi satan zerzevatçılar
vardı. Arabanın en arkasına sabitledikleri bir sebze kasasının üzerine
oturttukları iki daralı terazileri olurdu. Bellerine koyu mavi bir para önlüğü
bağlarlar ve gömleklerinin kollarını da dirseklerine kadar sıvarlardı.
Başlarında kasketleri olurdu. Arabalarında çeşitli türdeki sebze-meyveyi
satanları çoğunlukta olmakla birlikte, bazen de (özellikle o ürünün bolluğunun
doruk noktaya ulaştığı mevsimlerde) arabalarına karpuz, kavun, elma, portakal
gibi sadece tek bir çeşidi dolduranlar da olurdu. 80’lerin sonlarında at
arabalarının yerini bir süre kamyonetler aldı, ardından da sokak zerzevatçıları
birer-ikişer yitip gittiler.
AY-YILDIZLI DİREKLER: Ana caddelerde siyah metal elektrik
direklerinin tepelerinde, uçları yukarı dönük bir hilâlin içine oturtulmuş tek
bir yıldızdan oluşan alemler vardı. 1930’lardan bu yana şehrin değişmez
mobilyalarından olan ay-yıldızlı direkler, 1980’lerde teker teker kaldırılarak,
yerlerine beton düz direkler dikildi.
BABIALİ: Bazı gazeteler başta olmak üzere birçok gazete ve
derginin matbaalarının ve yazı işlerinin yer aldığı, Türbe’den Sirkeci
Meydanı’na kadar kıvrılarak inen meşhur Cağaloğlu yokuşuna o yıllarda verilen
addı. Babıali’ne sağlı sollu açılan sokaklar dahil olmak üzere, bu bölge
tamamen yayıncılık üzerine hizmet vermekteydi. 1980’lerin sonlarında gazeteler
birer-ikişer İkitelli civarında yeni yaptırdıkları modern tesislerine
taşındıktan sonra Babıali’nin de günümüzde artık sadece adı kaldı.
BAGAJI ÜZERİNDE OTOBÜSLER: Şehirler arası çalışan o dönemin
otobüslerinin, şimdiki gibi karoser hizasında derin bagajları yoktu. Taşınacak
eşya ve bavullar, otobüslerin üzerinde sabitlenmiş metal iskeletli yüklüklere
konularak sıkıca bağlanırlardı. Bu yüklüklere otobüs muavinleri, aracın
dışında, en arkasındaki dar, metal tırmanma merdiveni vasıtasıyla çıkarak
bavulları olabilen en ekonomik şekillerde uzun uzadıya istif ederlerdi.
Yolculuk arasında inecek olan yolcuların eşyalarının otobüsün üzerinden
alınması epey zaman kaybettirirdi.
BAKKALLARDA BENZİN SATIŞI: Gaz sobalarının yoğun olarak
kullanıldığı 70’lerde ve 80’lerde mahalle bakkallarının kuytu köşelerinde,
altlarında muslukları olan silindirik gaz depoları vardı. Bakkala ellerindeki
plastik bidonlarla giden vatandaşlar, bunlara 6-12 litre arası gazı doldurtarak
evlerine götürürlerdi. Muslukları sürekli damlatan bu depolar yüzünden bütün
bakkalların içi kesif bir şekilde gaz kokardı. 70’lerin sonundaki akaryakıt
darlığı yıllarında ise, bakkalların önünde yoğun kuyruklar oluşur, kişi başına
6’şar litreden fazla gaz satılmazdı (1978-80 arası).
BANKA REKLAMLI BANKLAR: Bankalar reklam amaçlı olarak,
şehrin parklarına, sahillerine ve belli başlı merkezlerine sırt dayama
yerlerinde kendi isimleri yazılı, ağırlıklı olarak sarı renkte tahta banklar
koyarlardı. Belediyenin üzerinde oldukça büyük bir malî külfet olan bankları
üstlenen bankaların bazıları, 1980’li yılların sonunda kapanmalarına rağmen
hâlâ şehrin bazı yerlerinde isimlerini taşıyan banklara rastlanmaktaydı.
BANKERLER: 1980 ihtilâlinden hemen sonra kurumsallaşan
sektörlerden biri de “Bankerler” olmuştu. Eskinin kurt tefecilerinden oluşan bu
kurumlar, “Kastelli”, “Bako” gibi isimler almışlar, hatta bazıları gazete ve
televizyona dahi reklâmlar vermeye başlamışlardı. Bu reklâmlarda, o dönemin
ünlü sanatçı ve artistleri rol alıyordu. İyiden iyiye prestij kazanmaya
başlayan bankerlerin hedefleri ise ortaktı: Halkın birikimlerini çok yüksek
faizler karşılığı toplayarak işletmek... Evdeki hesabın çarşıya uymaması sonucu
bir-kaç yıl içinde tüm bankerler teker teker iflâs ederek, topladıkları
paralarla yurtdışına kaçmaya başladılar. Kendilerine vadedilen (yıllık %100,
%150 gibi) çılgınca yüksek faizlerden nemalanmak hayalindeki bir kısım vatandaş
da, birbiri ardınca dolandırılmanın şokunu yaşamaya başladılar. Kaçan
bankerlerin çoğu yakalanamadı, yakalananlar ise bir süre hapis yattıktan sonra
salıverildiler. Olansa, kandırılan vatandaşın birikimine oldu.
BİT SALGINLARI: 1970’ler ve 80’lerin ortalarına kadar,
özellikle ilk ve ortaokul öğrencileri arasında yaygın olarak bit salgını
görülürdü. Bir çocukta üreyen bit, çok kısa zamanda sınıftaki diğer çocuklara
da sıçrardı. Öğretmenler tarafından periyodik aralıklarla öğrencilerin
başlarında bit kontrolü yapılarak, şüpheli olanlar, saçlarının arasında sirke
adı verilen bit yumurtasına rastlananlar derhal evlerine gönderilirlerdi.
Bitleri yok etmek için tek çare, çocuğun "0" numaraya vurulmuş
başının DDT adlı ilâçla iyice yıkanmasıydı. Genellikle kalabalık ve taşralı
ailelerde rastlanan bit, bir süre sonra zengin-fakir ayırt etmeksizin tüm
çocuklara bulaşırdı.
BİZERBA TARTILAR: Bakkal, kasap ve manavlarda en çok rağbet
gören tartı “Bizerba” lardı. Bunlar daha çok beyaz, kısmen de açık yeşil ya da
mavi renklerde imal edilmişlerdi. Bunların önünde diklemesine bir ayak üzerinde
iki yüzü de camlı silindirik bir disk bulunurdu. Diskin iki yüzünde de ağırlık
göstergeleri olup, skala iki tarafta da aynı şekilde çalışırdı. Böylece hem
müşteriye hem de satıcıya dönük olduğundan, iki taraflı kontrol edilebilme
imkânını sağlarlardı. Bu ön göstergeye bağlı olan tartı bölümü de hemen
arkasında yatay şekilde durur, haznesi dükkânın sattığı ürünün türüne göre
kenarlıksız ya da kap şeklinde olurdu. Ağırlık arttıkça satıcı, tartının
yanındaki silindir büyük düğmeyi ekseni etrafında çevirerek kilo göstergesini
ilerletebilirdi. Sonraki modellerinde göstergenin dairesel şekli değişerek,
ters duran üçgen şeklini aldı. İnce düşünceli kimi satıcılar, tartmadan önce
skalayı “–10” grama alırlar, böylece tartım esnasında ürünün içine ya da
üzerine konulduğu ambalaj kâğıdı veya kutusunun ağırlığını hesaptan düşerek,
hakkaniyet ölçülerinde çalışırlardı.
BONMARŞELER: Fransızca “Bon marché” kelimesinin okunuşu olan
bonmarşeler, 60’lı ve 70’li yılların İstanbul’una damgasını vuran çok amaçlı
satış mağazalarının ortak adıydı. Çoğunlukla Sirkeci, Sultanhamam, Karaköy,
Beyoğlu ve Şişli’de yaygındılar. Bu mağazalar birkaç katlı binanın tümünü
kaplarlardı. Her katında farklı ürünler satılırdı. Giyim-kuşam, hediyelik eşya,
ev eşyaları gibi. Son yıllarda sadece konfeksiyon ağırlıklı olarak hizmet veren
bonmarşeler, yıllar içinde alternatif satış mağazalarının açılmasıyla birlikte
gözden düştüler ve 80’li yılların başında birer birer kapandılar.
BURDA MODEL DERGİSİ: Orijinal adı “Burda Moden”di. Alman
menşeliydi. O yılların şartlarına göre çok kaliteli parlak renkli ofset
baskılı, incecik yaprakları olan bu dergi, kadınlar için biraz da statü sembolü
olarak görüldüğünden ötürü, misafir odalarındaki sehpaların görünen kısımlarına
serpiştirilirdi. Ayrıca doktorların ve kuaförlerin bekleme salonlarında da
Burda’ların eski sayıları atılmayarak sehpaların üzerinde biriktirilirdi. Aylık
derginin içinde, içinde bulunulan mevsimin Avrupa modasını vurgulayan manken
resimleri ve altlarında da Almanca açıklamalar bulunurdu. Türkler tabii ki
çoğunlukla bu açıklamaları anlayamamakla birlikte resimleri detaylı bir şekilde
inceleyerek, pratik zekâlarının da vermiş olduğu bir kabiliyetle mankenin
üzerindeki elbisenin aynını ivedi bir şekilde dikiverirlerdi. Sonradan derginin
içine sarı sayfalardan oluşan, bir formalık Türkçe açıklayıcı ekler de
konulmaya başladı. Derginin sonlara yakın sayfaları çocuk giyimine yönelikti.
En son sayfalarda ise iştah kabartıcı, sanat eseri gibi süslenmiş yemek
resimleri ve de altlarında bu yemeklerin nasıl yapılacağı yine Almanca olarak
yer alırdı.
CAMİLERDE KARŞILIKLI ÇİFTE EZAN: Eskiden bilhassa Cuma,
Kandil, Arefe gibi dinî günlerde büyük camilerde (ağırlıklı olarak Selâtin
camilerde) ezanlar iki ayrı minareden, yankılı olarak okunurdu. Birinci müezzin
ezanın bir bölümünü okuyup bitirdiği anda, diğer minaredeki müezzin aynı bölümü
farklı bir makamdan okumaya başlar, ezan bitene kadar karşılıklı olarak devam
ederdi. 2 ayrı müezzinin bu birbirini takip eden karşılıklı okumaları,
uzaklardan sanki yankı hissi uyandırırdı insanda... 4 minareli camilerde ise,
kimi zaman 4 ayrı minareden 4 müezzin tarafından okunan ezanlar da olurdu. Hiç
susmadan, caminin etrafındaki 4 minareyi de çepeçevre dolaşan bu özel ezan
okuma tarzı, artık günümüzde uygulanmamaktadır.
CEMSE: 50’lerdeki Amerikan Marshall yardımı çerçevesinde,
İkinci dünya Savaşı’nda kullanıldıktan sonra miadı dolan askerî jipler,
kamyonlar ve otobüsler Türkiye’ye yollanmıştı. Bunların içinde bir çeşidi vardı
ki, bunlar Türkler’in mükemmel fonetik dönüşüm yapabilme kabiliyetlerinin bir
ürünü olarak yıllarca “Cemse” olarak anılan “G.M.C.” marka araçlardı. “General
Motors Corporation” kelimelerinin baş harflerinin okunuşu; “Ci-Em-Si”
olduğundan, halk arasındaki telâffuzu yuvarlatılarak “Cemse”ye çevrildiler.
Bundan böyle nerede bir askerî kamyon görülse, ona askerî cemse (ya da sadece
cemse) denilmeye başlandı.
DAVLUMBAZLAR: Vapur yolculukları o yıllarda yoğun bir
şekilde yapıldığından dolayı, iskelelerde iniş-binişlerde aşırı yığılmalar
meydana gelirdi. Bu tıkanıklığı önlemek için merkezî iskelelerde, vapurun üst
katında bulunan çıkış kapısının hizasına dek gelen, iskeleye sabitlenmiş bir
merdiven ve genişçe bir sahanlıktan oluşan “Davlumbaz”lar monte edilmişti. Üst
katta seyahat eden yolcular vapuru boşaltırlarken, alt kata inmeye gerek
kalmadan bulundukları katın çıkış kapısının yanına denk gelen davlumbazı
kullanırlar, böylece vapur iki misli hızlı bir şekilde boşaltılmış olurdu.
Dubalı Karaköy iskelesinin ise ikinci katı, her iki yanından da komple
davlumbaz görevi görürdü. Yolcu sirkülasyonu 80’lerin ortalarından itibaren
düşünce, aşırı yoğunluk olmadığından dolayı vapurların üst kapıları açılmamaya
ve davlumbazlar da kullanılmamaya başlandı.
DUVAR KÂĞITLARI: 70’ler ve 80’lerde evlerin duvarlarını
yağlı boya veya badana yapmak yerine, özel olarak üretilmiş duvar kâğıtlarıyla
kaplatmak modası baş gösterdi. Birer metrelik enlerde rulolar halinde satılan,
ön yüzleri hemen her tür deseni ve rengi barındıran kâğıtlarla evlerin odaları
kaplanmaya başladı. Boyaya göre çok daha hızlı bir şekilde biten bu kaplama
tekniği, ilk başta cezbedici görünse de bir müddet sonra ek yerlerinde oluşan
hava kaçakları yüzünden şişmeye başlayan kâğıtların parçalar halinde
kendilerini salması neticesinde, çoğu evde istenmeyen görüntülerin oluşmasına
neden olmaktaydı. Vadesi dolan kağıtları sökmek zahmetine katlanmayan birtakım
uyanık ev sahipleri, eskisinin üzerine yeni ruloları yapıştırır ve duvarın
kaplaması gittikçe kalınlaşmaya başlardı. Pek de pratik olmadıkları yıllar
sonra anlaşıldıktan sonra, evlerde yeniden klasik duvar boyasına geri dönüldü.
“EBÜÜÜVEE” ARABA KORNALARI: 70’lerin sonundan itibaren on
yıl kadar modası süren ve halk arasında “ebüve” olarak tanınan bu kornalar,
aynen ismi gibi ses çıkarırlardı. Aslında 1930’lu yılların Amerikasında
kullanılan otomobillerin sahip olduğu bu korna, her nedense 70’lerde yeniden
moda oldu ve tüm İstanbul sokakları inek böğürmesiyle eşek anırması arası bir
sesi andıran bu zevksiz, itici kornayla muhatap olmak zorunda kaldı. Araçlarına
bu kornadan taktıranlar birtakım aklıevvel şoförler, sessizce giderken birden
böğürmeye başlayarak, yoldan geçenlerin korku ve endişe ile kenara kaçılmasına
neden olurlardı.
EL ARABALI ÇÖPÇÜLER: Sokak aralarında çöp kamyonlarının
geçmediği günlerde dolaşan tahta el arabalı çöpçüler olurdu. Bunlar, düşük bir
ücret karşılığında evlere ara toplama hizmeti vermekteydiler. Çöpü fazla
biriken ev kadınları, küçük bir bahşişle birlikte çöplerini belediyede kadrolu
olan, resmi kasketli, kahverengi elbiseli bu temizlik görevlisine verirlerdi.
El arabasının mümkün olduğunca fazla atık toplayabilmesi için çöpçüler,
arabanın haznesinin yanlarına, birbiri üzerine bindirilmiş teneke levhalar,
kalın kartonlar ve mukavvalar sokuşturarak, haznenin kapasitesini olabildiğince
yükseltirlerdi. Ayrıca ellerindeki kalın çalı süpürgeleriyle, göstermelik
olarak kaldırım kenarlarını süpürürlerdi.
POSTA KUTULARI-1: Mektupla haberleşmenin revaçta olduğu
60’lar, 70’ler ve kısmen de 80’lerin ortalarına kadar, şehrin belli
noktalarında duvarlara monte edilmiş, bazen de demir bir çubuğun ortasına
oturtularak yol ortasına sabitlenmiş sarı renkli posta kutuları vardı. Bunların
üstlerinde mektup zarfının atılabilmesi için yatay ve uzun bir gözü vardı.
Deliğin önü boylu boyunca, sadece içeri dönebilen küçük dikey metal çubuklarla
kapatılmıştı. Bu uygulama, insanların ellerini kutunun içine sokarak biriken
mektupları almasını önlemek içindi. Kutunun üzerinde, içinin hangi günler ve
hangi saatlerde açılarak biriken mektupların toplanacağını gösteren uyarı
yazıları olurdu. Eğer kutu henüz açılmışsa, açılma vakti daha gelmemiş olan
başka bir posta kutusuna mektup atılır, böylece günden kazanma yoluna gidilirdi.
POSTA KUTULARI-2: Telefonun yaygın olmadığı 70’lerde
firmalar gazete ve radyo reklamlarında, kendileriyle irtibat kurulabilmesi
için, telefon numarası yerine “Posta Kutusu” numarası verirlerdi. Her firmanın
posta kutusu numarası farklı olurdu ve numaradan sonra kutunun bağlı olduğu
PTT’nin adı verilirdi; “Posta kutusu 128 - Pangaltı - İstanbul” gibi...
Mektuplar bu adrese yollanırdı. Çok nadir olmakla birlikte, özel adreslerini
vermek istemeyen kimi şahıslar da bazen posta kutusu kiralarlardı. Bunlar
genellikle artist ve şarkıcılardan oluşurdu.
YARIM EKMEK SATIŞI: 70’lerde ekmekler 300 gram ve daha fazla
gramajlarda üretilirlerdi. Bakkallar bu büyük ekmekleri keserek de satarlardı.
Müşteriler yarım, bir buçuk, iki buçuk gibi oranlarda ekmek alabilirlerdi. Ancak,
ekmek vitrininde daha önceden kalan yarım ekmek varsa, kesilen yüzü biraz
sertleştiğinden pek satın alınmak istenmez ve bakkaldan yeni bir bütün ekmeği
ikiye kesmesi talep edilirdi. Yarım ekmek satışını fırınlar pek uygulamazlardı.
80’lerde ve sonrasında, ekmeğin gramajı oldukça düşürüldüğünden ve tam ekmekler
neredeyse eskinin yarım ekmeğinin ağırlığına indiğinden ve insanlar daha bir
kibarlaştığından yarım ekmek istenmez oldu. Herkes tam ekmek satın almaya
başladı.
KİBRİTLİKLER: Evlerde, gelen misafirlerin kullanması için
sehpaların üzerinde, 4, 6 ya da 8 kibriti kutusundan oluşan kibritlikler vardı.
Bunlar genelde kübik kesilmiş iki ince suntadan oluşur, suntaların arasına
kibrit kutuları belli şekillerde estetik olarak sokulur, suntaların aralarından
sadece kibritin kartondan çekmecesinin dışı görünürdü. Çekmecenin açılması için
kibrit kutusunun içinden kırmızı bir kurdele geçirilir, ucu da kibritliğin
dışına sarkıtılırdı. Kurdele kenarından tutulup çekilince, kibrit kutusunun çekmecesi
açılırdı. Sunta kutuların dış yüzlerine de İstanbul manzarası, çiçek, hayvan ya
da bebek resmi kesilerek yapıştırılırdı. Hemen her yerde satılan enteresan
eşyaları, el becerisi kuvvetli olanlar kendileri de yaparlardı. Daha kaliteli
olanlarında, verniklenip cilâlanmış tahta ya da metal malzemeler de kullanılır,
üzerlerine de kabartma şekiller işlenmiş olurdu.
TAHTAKALE (KAZAN) SİMİDİ: Şehrin sadece merkezî noktalarında
ve ağırlıklı olarak da Sirkeci, Bahçekapı, Eminönü, Mahmutpaşa, Köprü ve Karaköy
civarlarında satılan bu simit, Meşhur Tahtakale Fırını’nda imal edilirdi.
Özelliği, fırında değil kazanda pişirilmesi olduğundan bu isimle anılırdı.
Diğer simitlerden en büyük farkıysa susamsız olmasıydı. Üzeri parlak altın
sarısı renkte ve oldukça gevrek olan bu simide tuz ya hiç katılmaz, ya da eser
miktarda katılırdı. Günümüzde sadece Bahçekapı civarında bir-iki yerde
satılmaktadır.
ŞEMSİYE ÇİKOLATALAR: Bakkallarda, kapalı bir şemsiye
görünümünde ve dibinde plastik şemsiye sapı bulunan çikolatalar satılırdı. Bu
şemsiyelerin üzerleri yeşil, mavi ve kırmızı göz alıcı renklerde ince baraklarla
kaplıydı. Çikolata bittikten sonra, nedense -hiçbir işe yaramayacağı halde-
baston şeklindeki renkli sapları atılmaz biriktirilirdi. Albenisinin altındaki
çikolatanın tadının ise aynı kalite ve güzellikte olmadığı bilindiği halde,
yine de çocuklar tarafından sevilerek tüketilirlerdi.
ŞEFFAF ŞEMSİYELER: 1970’li yılların ortalarında moda
oldular. Şemsiye açıldığında, çan şeklinde bir görünüm alır ve kenarları
omuzları tamamıyla örterek belin üst kısmına kadar inerdi. Bu şemsiyelerin en
büyük özelliği ise, tamamıyla şeffaf malzemeden yapılmış olmalarıydı.
Kullanıcılar, yağmurda ıslanmaktan tecrit edilmiş bir şekilde, etraflarını
rahatça görerek gezinmenin zevkine varırlardı. Tek dezavantajları ise,
içlerinde sigara içilmeye pek müsait olmamalarıydı. Son çıkan modellerinde, ön
taraflarında bir ya da iki ufak delik açılmış olanlarına da rastlanırdı.
ŞARKI SÖZÜ SATANLAR: Günün popüler şarkı ve türkülerinin
sözlerinin yazılı olduğu tek yapraklı sarı kâğıtlar satan şarkı sözü satıcıları
vardı. Bunlar sokak aralarında ve vapur, tren gibi toplu taşıma araçlarında,
bir yandan kâğıttaki son çıkan aranjmanları (o yıllarda şarkılara verilen
isimdir) söylerler, bir yandan da çok ucuz fiyata, ellerindeki güfte listesini
ilgilenenlere satarlardı. Çoğunun da sesi güzel olurdu. Bütün şarkıları
sektirmeden söylerlerdi. Kâğıtlar genellikle teksirle çoğaltıldıklarından
ispirto kokarlardı.
STEPNELİ OTOMOBİLLER: 50’li ve 60’lı yıllardan kalma otomobillerin
arka kaputlarının üzerinde, yatay olarak yedek bir lastik oturtulmasına müsait
stepne yatakları olurdu. Arabanın markasına göre, bazı stepne yatakları kapalı
bir daire şeklinde, bazıları ise lastik görünecek şekilde açıkta olurlardı.
Herhangi bir lastik patlamasında hızlı müdahaleye olanak veren bu yedek
tekerlekli otomobil modelleri 80’lerden itibaren yok oldular. Bilhassa Dodge ve
DeSoto marka otomobiller bu türdendi ve de renkleri ağırlıklı olarak baştan
aşağı siyahtı.
LÂĞIMCILAR: Sokak aralarında bağırarak dolaşan “Lâğımcılar”
vardı. Bu esnaf takımının arkasında büyükçe bir heybe olur, heybenin içinde de
lâğım açmaya yarayan kazma, kürek, pompa, çeşitli çap ve boylarda tahta ve
demir çubuklar ile bol miktarda paçavra bez bulunurdu. "Leaa-aaam-cuu"
şeklinde, kendilerine özgü bir bağırışları vardı bu meslek erbabının. Sesleri
duyulunca derhal tanınırlardı.Gideri tıkanmış bir evin mevcut sorununu,
ellerindeki saydığımız basit araçlarla pratik ve hızlı bir şekilde gidermekte
ustaydılar.
"LAK LAK” LAR: İki ucuna yumurta büyüklüğünde küre
şeklinde, tahtadan iki top takılmış 20 santim uzunluğunda bir ipten ibaretti.
80’li yılların başından itibaren çocuklar ve gençler arasında moda olan
laklakların ipi ortasından işaret ve orta parmağa sarılarak sabitlenir,
ardından el yukarı-aşağı hızla hareket ettirilmeye başlanırdı. Toplar elin bir
üstünden bir altından sürekli birbirlerine çarparak 180 derecelik bir yay
izlerler ve “lak”, “lak” şeklinde sesler çıkarırlardı. Amaç, bir defada en çok
çarpmayı gerçekleştirebilmekti. Sesi tekdüze ve çıldırtıcıydı. Dikkatli ve
periyodik vurdurulmadıkları taktirde, el parmaklarına çarparlardı. Neticede,
sinir bozucu bir salgındı.
TRİPORTÖR: Bunlar, adından da anlaşılacağı gibi (three /
tri: üç) 3 tekerlekli ve direksiyon yerine gidonla kumanda edilen çok enteresan
taşıma araçlarıydı. Ağırlıklı olarak; “Arçelik” marka olan triportörlerin
sürücü kabinini önünde tek bir tekerleği vardı. Bu tekerlek gidona bağlıydı.
Sürücü kabinin tam ortasına otururdu, yanında da sağlı sollu birer kişinin
oturabileceği yer kalırdı. Eni normalden daha dar olduğundan ötürü, tek bir
farı ve yine tek bir sileceği bulunurdu. Çalışırken çıkardığı sesler, bir
motosikletin sesiyle aynı tınıyı verirdi. Bu araçların arkasındaki kasaları,
kimi modellerde açık, kimilerinde tenteyle örtülü, kiminde ise metal örtüyle
kapatılmış olurdu. PTT’nin araç kadrosunda, arkası kapalı çok sayıda sarı
renkli triportör 1980’lerin ortalarına kadar hizmet verdi. Bunlar daha çok
posta ve telgraf taşıma işlerinde kullanılırlardı.
ASKERÎ DEVRİYELER: 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonraki 3 yıl
zarfında (olağanüstü hal kaldırılana dek) İstanbul cadde ve sokaklarında (ve
Türkiye’nin 67 şehrinde) 4’erli gruplar halinde devriye gezen askerler olurdu.
Dördü de tüfekli, miğferli, kısacası tam teşekküllü olan erler, aynı hizada ve
birer metre aralıklı olarak yürürlerdi. Kaldırımda karşılaşıldığında
vatandaşlar mutlaka kenara çekilerek, kollarında kırmızı bantlarda “Görevli”
yazılı devriyelere yol verirlerdi. Bütün bankaların ve resmî kurumların
korunması görevi de bu devriyelerde olup, ikisi binanın içinde dururlarken,
diğer ikisi de giriş kapısının iki yanında ayakta nöbet tutarlardı. Olağanüstü
hal kaldırılınca, askerler de kışlalarına geri döndüler.
BADEM BIYIK/İNCE BIYIK Erkeklerde, 1960’ların sonunda moda
olan ve 70’lerin sonlarına kadar devam eden “ince bıyık” modası vardı. Amerikan
sinema oyuncusu “Clark Gable”nin bıyık kesiminin dünyada ve ardından Türkiye’de
moda olmasından sonra, bütün erkekler “Klark” bıyığı adı verilen bu kesimi uygulamaya
başladılar. Bu akımın temel prensibi; bıyığı olabildiğince ince keserek dudak
çizgisinin hemen üzerinde uzunlamasına bir çizgi haline getirmekti. Üst
kısımlar ise tamamen kazınırdı. Köyden kente göç eden kırsal kesim ise, ince
bıyık yerine “badem bıyık” adı verilen şekilde tıraş ederlerdi bıyıklarını...
Bu tarz kesim, çok daha öncelerden beri (19. yy’ın sonların-20. yy’ın başları)
uygulanan bir kesim tarzıydı. Bıyıklar bu kez dudağın üstüyle burnun altında
kalan kesimde kalacak şekilde tıraş edilir, sağ ve sol taraflar ise tamamen
kazınır, bıyığa kare bir görünüm kazandırılırdı. Bu bıyık kesimine halk
arasındaki takılan isimlerse; “muhtar bıyığı”, “hacıağa bıyığı” ve “evkaf
bıyığı” idi. Seksenlerden itibaren erkek bıyıkları hem enden, hem de boydan
salınmaya başlandı.
CEP FOTOROMANLARI: 60’lar ve 70’lerde genç kızlar tarafından
çok rağbet görülen orta boy bir cebe sığabilecek ebatta olduklarından dolayı;
“Cep Fotoromanı” olarak adlandırılan resimli aşk kitapları vardı. Dış
kapaklarına ana karakterleri içeren bir sahnenin basıldığı renkli bir fotoğraf,
iç sayfalarında ise tamamı siyah-beyaz fotoğraflar bulunurdu. Bu fotoğrafların
üzerine Türkçe dizilmiş konuşma çizgileri olurdu. Fotoromanlar çoğunlukla
İtalyan ve Fransız artistleri tarafından senaryolaştırılmış konuları içerirdi.
Kavga ve dövüş sahneleri içermeyen, pembe aşk hikâyeleri üzerine kurgulanmış bu
tekdüze fotoromanlar, genellikle Hürriyet ve Tay Yayınları tarafından
kitapçılarda satılırdı. Genç kızlar, aralarında bu kitapları değiş-tokuş ederlerdi.
O yılların kitaplaştırılmış pembe Brezilya dizileriydiler.
DÖRT KAPTAN KÖŞKLÜ ARABA VAPURLARI: İstanbul Şehirhatları
İşletmesi’nin feribot işletmeye başladığı 1872 yılından 1952’ye dek, eldeki
eski yolcu vapurları tadil edilerek araba vapuru olarak hizmet verdikten sonra,
gerçek anlamda tersane yapımı ilk araba vapurları 1952 yılında Fransa’da
yaptırılarak Boğaziçi’nde hizmete girdiler. Dördü de “K” harfiyle başlayan;
“Kasımpaşa”, “Kızkulesi”, “Kuruçeşme” ve “Karaköy” adlı feribotlar saatte 10
mil hız yapabiliyorlardı. Bunların en büyük özellikleri ise dört taraflarında
da küçük birer kaptan köşkü olmalarındaydı. Vapura her bir köşkten de kumanda
edebilmek mümkündü. Yıllarca Sirkeci-Harem-Sirkeci-Kadıköy ve Kabataş-Üsküdar
hatlarında hizmet verdikten sonra 90’lı yıllarda kaldırılmaya başlandılar.
Aralarında en uzun süre hizmet vereni ise; “Karaköy” araba vapuru olup, o da
1995’de son seferini yaptıktan sonra emekliye ayrıldı.
GAZ SOBALARI: 70’lerde “Auer” marka kahverengi gaz sobaları,
kömür sobası kullanılmayan evlerde çok revaçta olan ısıtma aracıydılar. Ön
tarafı bel hizasında yere diklemesine oturmuş silindir bir gövdenin ve
arkasında da bu yüksekliğin yarısı kadar kare prizma gaz haznesinin olduğu bu
sobalar, adından da anlaşılacağı gibi sıvı gazla çalışırlardı. Arkadaki
hazneden öndeki gövdeye damla damla akan gaz, sobanın önündeki mika camlı
kapağından içeri atılan bir kibrit çöpüyle kolayca tutuşurdu. Gazın akım hızını
kontrol eden bir de yuvarlak ve ekseni etrafında dönebilen düğmesi vardı. Bazen
bu düğme yanlışlıkla sıkılmazsa, sobadan; "plop...plop..." şeklinde
sesler gelir ve gaz hızla yanma bölümüne akardı, sobanın içi birdenbire
parlardı. Hazne gerektiğinde, üzerindeki tel kulp yardımıyla çıkartılarak
taşınabilirdi. Kullanımı son derece pratik ve iyi de ısı veren bu sobalar,
kömürlü olanlara göre daha pahalı yakıt tüketirlerdi. 90’lar, bu sobaların da
sonu oldu.
BİLEYCİLER: O yıllarda İstanbul sokaklarında, evlerde
kullanılan körleşmiş bıçakları, yeniden keskinleştirerek kullanılabilir hale getirebilme
sanatını icra eden bileyci ustaları dolaşırdı. Biley makinalarını sırtlarında
taşırlardı. Müşterinin evinin önünde makinasını yere koyarak, bunun üzerindeki
yatay bir mile geçirilmiş disk şeklindeki biley taşını ayak hizasındaki pedal
yardımıyla sabit bir hızda çevirmeye başlar ve pedala bağlı kayış vasıtasıyla
hızla dönen diskin üzerine, elindeki kör bıçağı çeşitli açılarla temas ettirip
kıvılcımlar oluşturarak bileylerdiler. İş bittiğindeyse bıçak hem keskinlik
kazanmış olur, hem de metalik orijinal rengine geri dönerdi. Günümüzde çok
nadir olmakla birlikte, halen inatla bileycilere rastlanabilmektedir.
BİLYELİ ARABALAR: Erkek çocukları tarafından yatay bir
tahtanın dört kenarına sabitlenmiş metalik motor bilyelerinden oluşan ilkel
taşıma araçlarıydılar. Arabanın önündeki iki bilyeyi tutan uzun tahta, tam orta
noktasından sağa-sola dönebilir şekilde sabitlenir, çocuk da ayaklarını bu
tahtanın üzerine koyarak, hem dengesini sağlar, hem de ayaklarını oynatarak
arabayı sağa sola çevirebilirdi. Bazen yere yatay konumdaki taşıyıcı tahta
gövdenin önüne dikey bir tahta daha monte edilerek, ucuna gidon vazifesi gören
bir tahta çakılırdı. Böylece bilyeli araba “L” şekline getirilerek ayakta da
kullanılır ve adı da “bilyeli kay-kay” olurdu. İşi abartan bazı çocuklar
tahtanın arka kısmına küçük bir kasa çakarlar, üzerini de yastıklarla örterek
oturma yerleri yaparlardı. Asfaltta giderken çıldırtıcı bir metalik ses çıkaran
bu arabalarla yukarı-aşağı saatlerce kayan mahallenin çocukları, başları şişen
kimi ev kadınları tarafından, camlardan üzerlerine kovalarla atılan sularla
ıslanırlar, 5 dakikaya kalmadan İstanbul’un bunaltıcı yaz öğlenlerinin
sıcağında kuruyuverirlerdi. Kimi zaman ise bilyelerden biri, raptedildiği
tahtanın ucundan ayrılıverir ve üzerindeki çocuğun asfalt boyunca sürüklenerek,
başta dizleri olmak üzere her yerinin kan revan içinde kalmasına sebep olurdu.
YÜN MAĞAZALARI/YÜN ÇİLELERİ: 70’ler ve 80’lerin önemli bir
bölümü, şimdiki gibi hazır triko giyimine yönelik değildi. Çoğunluk elde
örülmüş kazak, hırka, süveter, yelek (ve hatta etek) giyerdi. Bu yüzden yün
satış mağazalarına İstanbul’un heryerinde bol miktarda rastlanırdı. Yün
çileleri, top şeklinde olmayıp “8” şekline getirilerek, ortalarından yün
mağazasının markasını belirten bir kâğıt şeritle toplanmış olurlardı. Satın
alınan çileler önce evde ön bir işlemden geçirilirdi. Bu ön işlem; yün
çilelerinin iki yanındaki orta kısımlarına iki kolun geçirilerek gerilmesi ve
karşısında oturanın da sağlı-sollu çileden yün ipliği çekerek elindeki yumakta
toplamasından ibaret müthiş sıkıcı bir işlemdi. Çileyi tutanın bir süre sonra
kolları ağarmaya başlar ve kollar gittikçe birbirlerine yaklaşarak, gerginlik
sönümlenmeye başlardı.
YUVARLAK CAMLI APARTMANLAR: 1940’lı ve 50’li yıllarda 3-4
katlı, iki yanlarında simetrik balkonları bulunan ve daha da ilginci, tümünün
giriş kapılarının üzerinde vapur kamarası camı gibi yuvarlak bir camı olan
apartmanlar modaydı. Ana kapıdan girildiğinde 2-3 metrelik bir irtifaya
tırmanan merdivenlerden sonra giriş katı gelirdi. Bu sahanlık merdivenlerinden
dolayı oluşan kapı üzerindeki 1.5-2 metre kadar ekstra yükseklik de yuvarlak
camlarla karşılanırdı. Daha çok şehrin eski semtleri olan Fatih, Kıztaşı, Fındıkzade,
Aksaray, Laleli, Pangaltı, Kurtuluş, Ihlamur, Yıldız, Nişantaşı, Şişli,
Yeldeğirmeni, Moda, Bülbülderesi ve Bomonti gibi yerlerinde inşa edilen bu
apartmanlar 80’lere kadar gelebildiler. Bu yıllardan itibaren eski apartmanları
yenileme furyasıyla birlikte birer-ikişer yıktırıldılar. Yerlerini 6’şar katlı
ve düz cepheli apartmanlar almaya başladı.
YOL AYNALARI: İstanbul’un Boğaz yolu gibi çok sert virajlı
ya da Şişhane gibi “L” şeklinde kıvrılarak devam eden yollarında kritik
noktalara büyük boy aynalar konulurdu. Bu aynalar sayesinde, yolda seyreden
şoförler karşı taraftan araç gelip gelmediğini kontrol edebilirlerdi. Bu
aynalar yaklaşık 1 metrekare ebatlarında olup, yerden 2 metre kadar yükseğe
asılırlardı. Uzun süre temizlenmediklerinden ötürü, son yıllarda tüm aynalar
simsiyah ve yer yer kırık bir vaziyette olduklarından, trafik akışına herhangi
bir fayda sağlamaktan uzaklaşmışlardı. 80’lerde tümü kaldırıldı.
ABAKÜSLER: İlkokul birinci sınıfa giden öğrencilere,
matematik hesaplarını kolaylıkla yapabilmeleri için abaküs adlı hesap
cetvelleri alınırdı. Abaküsler, üzerinde 8-10 sıra yatay metal telin üzerine
dizilmiş renkli boncuklardan oluşan ilginç bir hesap aletiydi. Tele dizilen
boncukların adedi kadar da telde boşluk olur ve çocuklar bu boncukları belli
sayılarda sağa-sola kaydırarak basit toplama-çıkarma hesapları yaparlardı.
Artık günümüzde hesap makinelerı olduğu için bu abaküsler pek ortalıkta
görünmemektedir.
NAFTALİN: Kışa veya yaza girilirken, uzun süre
kullanılmayacak mevsimi biten elbiseler, kazaklar, pantolonlar ve ceketler
içlerine bir miktar naftalin konularak dolaplara kaldırılırdı. Naftalin,
giysiye mevsim boyunca musallat olması beklenen haşerattan, özellikle de
güveden korumak için kullanılan, kendine özgü keskin bir kokusu olan beyaz
renkli topaklardan oluşan kimyasal bir maddeydi. Elde kolayca ufalanarak toz
haline gelirdi. Mevsimi gelen giysi dolaptan çıkarıldıktan sonra, kullanımı
sırasında uzun bir süre naftalin kokmaya devam ederdi. Koku, ilk yıkamadan
sonra yok olurdu.
OKUNMUŞ GAZETE TOPLAYANLAR: Her akşam, Karaköy ve Kadıköy
vapur iskelelerinin yolcu çıkış kapılarının iki yanında sıralanan birtakım
çocuklar ve gençler; “okunmuş gazetelerinizi alırız!...” nidalarıyla, vapurdan
çıkan yolcuların ellerindeki gazeteleri isterler, bu talepleri de genelde
karşılıksız kalmaz, çoğu yolcu ellerindeki okumuş oldukları gazeteleri bunlara
vererek yollarına devam ederlerdi.
OTOBÜS BİLETÇİLERİ: İETT otobüslerine binmek için, otobüsün
arka kapısının hemen yanında, cama sırtını vererek oturan ve önünde, menteşeyle
tutma demirlerine bağlanmış, gerektiğinde kapı gibi açılıp kapanan metalik bir
tezgâhın üzerinde, her iki tarafında da kapağı bulunan tahta kutular içinde
koçan koçan biletler olan biletçilerden bilet almak gerekirdi. Biletçiler, kalemlerinin
arkasındaki silgi yardımıyla koçandan biletleri ayırırlardı. Biletçilerin aslî
görevleri; bilet kesmek, biletinin kıtası geçtiği halde inmeyenleri uyarmak,
yolcuların sürekli ön kapıya doğru ilerlemelerini hatırlatmak, arka kapıyı
açıp-kapamak, şayet görev yaptığı araç troleybüs ise, keskin virajlarda havaî
tellerden ayrılan troley çubuklarını yerlerine oturtmaktı.
ÖZEL TELEFON KUMBARALARI: Kimi evlerde ve dükkân ve
büroların hemen hemen tamamında, telefonların yanında dikdörtgenler prizması
şeklinde bir kutu olurdu. Bu kutular jeton kutularıydılar. Görüşme yapmak için
bu kutuların üzerindeki göze, çekmecedeki zuladan çıkartılan beyaz metalik,
kenarı tırtıllı jetonlardan atılarak yanlarındaki düğmeye basılır, böylece hat
çevirme sesi gelirdi. Kumbaralar genellikle telefon cihazının rengiyle aynı
renkte olurlar, görüntü ahengini bozmazlardı. Bu kumbaraları kullanmaktaki
amaç, evlerde çocukların, iş yerlerinde de çalışanların ve dışarıdan gelenlerin
gereksiz çevirme yapmalarını önlemekti. Güven sarsıcı bir görüntü veren özel
kumbaralar, zamanla kalktılar.
ANADOL PİKAPLAR: 70’li yılların gözdesi Anadol otomobillerin
bazılarının karoserinin arka kısmında değişiklik yapılarak kesilir ve buraya
bir kasa oturtulurdu. Meydana getirilen bu yeni araca da; “Pikap” adı verilirdi
(İngilizce; pick-up’dan). Yük taşıma kapasitesi sınırlı olan pikaplar, 80’lerde
kalktılar.
APARTMAN TOPUKLU AYAKKABILAR: 60’ların sonu ve 70’lerin
tamamında kadınlar arasında moda olan bu ayakkabıların, adından da
anlaşılabileceği gibi en büyük özellikleri, çok yüksek topuklu olmalarıydı.
Öyle ki, bu yükseklik ortalama 20-25 santimi bulan, iyice abartılmış bir
yükseklikti. Topuklar, aynı oranda kalın ve genelde yekpare olup, tüm
ayakkabının altını kaplarlardı. Bu tür ayakkabı giyen kadınlar oldukça yavaş ve
dikkatli hareket etmek zorunda kalırlardı. Herhangi bir yanlış adım, sendeleyip
düşmelerine, hatta bileklerinin ya da bacaklarının kırılmasına dahi yol
açabilirdi. Topuklu ayakkabılara öncülük eden isim ise; Zeki Müren olup, İzmir
Fuarı’nda sahneye çıkarken giymeye başlamış ve modası zamanla yurt çapında
yaygınlaşmıştır. Kadınların boyunu erkeklerle eşit hatta bazen geçer pozisyona
bile getiren bu kullanışsız, sadece gösteriş amaçlı ayakkabılar 80’lerde
unutuldu, gitti.
BEKLEMELİ TELEFON GÖRÜŞMELERİ: 70’lerde ve Özal iktidarına
kadar olan 80’li yılların başlarında telefon santralleri çok kısıtlı ve oldukça
ilkel şartlardaydı. Şimdiki gibi, herhangi iki şehir arasında ahizeyi kaldırıp
alan kodu çevirmekle telefon görüşmesi yapmak hayaldi. Önce santral aranır,
görüşülmek istenen şehirdeki telefon numarası görevliye kaydettirilir ve sonra
“beklenmeye” başlanırdı. Bu beklemeler 1-2 saat ile 1 gün arasında değişirdi.
Neden sonra santralden gelen uyarı
telefonunun ardından hat bağlanır ve görüşme gerçekleştirilirdi.
Normal, yıldırım ya da beklemeli arama türünü gösteren; “03”, “04”, “07” gibi
numaralar vardı. Şehrin içinde dahi; otomatik santrali olmayan Sarıyer, Beykoz,
Adalar, Kartal gibi uzak noktalarla görüşmek için önce iki haneli bölgesel santral
numarası çevrilir, görüşülmek istenen numara verilir, ardından hemen hat
bağlanırdı. Özal döneminden sonra telefon şebekeleri tam otomatik sisteme
geçtiler ve bekleme olayı ortadan kalktı.
BEYAZID HÜRRİYET ANITI: 27 Mayıs ihtilâlinden sonra adı; “Hürriyet
Meydanı” olarak değiştirilen Beyazıd Meydanı’nda, Marmara Çarşısı’nın önündeki
geniş kaldırımın ortasındaki bir kaidenin üzerine, her yöne çok miktarda ışın
olan bir yontu taş oturtulmuştu. İhtilâli ve ihtilâlden hemen önce bu meydanda
yapılan öğrenci hareketlerini simgeleyen heykel, 80 ihtilâlinden hemen sonra
buradan sökülerek, yolun karşısındaki meyilli çimenliklerin üzerine konuldu.
BİLETLERDE KITA UYGULAMASI: İETT araçlarıyla seyahat
ederken, şimdiki gibi tek tip ücret vermek yerine, gidilecek mesafe kadar ücret
ödenirdi. Bu sistemde, hatlar belirli kıtalara bölünmüştü. Şehrin ana
merkezleri kıta sınırlarını gösterirdi. Biletlerin üzerinde 1 numaradan
başlayan ve 12’ye kadar devam eden, kutu içine alınmış sıra numaraları
bulunurdu. Gitmek istediğiniz durağı biletçiye söylerdiniz, o da bindiğiniz
kıtanın ve gitmek istediğiniz semtin içinde bulunduğu kıta numarasının üzerini
kalemiyle işaretler ve bileti keserek size verirdi. Haliyle, gidilecek mesafe
arttıkça ödeyeceğiniz para da artardı.
ETİMEKLİ PASTA: 1970’lerde ETİ bisküvi firması tarafından
piyasaya sürülen, gevrek ve oldukça sert imal edilmiş, tost ekmeği ebatlarında
dilimlenmiş olan “Eti-mek” adlı kuru ve az tuzlu besin, o yılların pratik
zekâlı ev hanımları tarafından satın alındıktan sonra, mutfaklarda türlü
işlemlerden geçirerek misafirlerine sundukları ev yapımı pastaların ana
malzemesi oldular. Gazetelerin ve çeşitli kadın dergilerinin yemek köşelerinin
uzun yıllar vazgeçilmez temalarından olan “Eti-mek pastası (ya da Eti-mekli
pasta)”, halk tarafından çok sevilen ve zevkle tüketilen gıda maddelerinden
oldu. 1980’lerin ortalarından itibaren ise, hazır pastaların ucuzlayıp
yaygınlaşmasıyla birlikte piyasada görülmez oldular.
FORD MİNİBÜSLER: 80’lerin sonuna kadar, tavanları çok alçak
olan ve ayakta duran orta boylu bir yolcunun bile kesinlikle eğilerek seyahat
etmek zorunda kaldığı 11 kişilik yarım burunlu minibüslerdi. İstanbul’un hemen
her noktasına işleyen bu araçların hakim rengi, kırmızı/bordo-beyazdı. Yer
kazanmak için kapıdan girişte, sol tarafa yaklaşık 3 kişinin daha oturacağı
tahta veya suntadan yapılmış ve üzerleri deriyle kaplanmış ek oturma yerleri
vardı. Koç grubunca üretilen bu minibüsler, sonradan yerlerini daha yüksek
tavanlı Magirus’lara bıraktılar.
GAZİLER: 90’lı yıllara dek Kurtuluş Savaşı gazilerimiz
vardı. Çok yaşlı, sakallı, bastonlu ve genellikle üniformalı kahramanların
göğüslerinde çeşitli madalyalar olurdu. Başlarına 20’li yıllarda kullandıkları
kalpakları takmaya devam eden bu gaziler, belediye otobüslerine önden binme ve
ücretsiz seyahat etme ayrıcalığına sahiptiler. Otobüslerin en öndeki iki sıra
koltuğun, gerektiğinde bunlara oturma yeri olarak terk edilmesi zorunluluğu
vardı. 2004’de sayılarının 7 adet kaldığı yazıldı. Yine de otobüslerin ön
koltuklarının yanlarında, -Kore, Kıbrıs ve Güneydoğu gazileri için olsa gerek-
uyarıcı yazılar durmaktadır.
GEZİCİ MİGROS KAMYONLARI: Şehrin belli noktalarında park
ederek, gün boyu tanzim satış hizmeti veren tamamıyla yeşil renkli, arka
kasaları kapalı, burunlu Migros kamyonları vardı. Bu araçların kasalarının yan
yüzlerindeki kapalı kanatlar yere paralel gelecek şekilde açıldığında, pratik
bir şekilde ilkel görünümlü bir tezgâh haline gelirdi. Kasanın açılan kısmından
raflar meydana çıkardı. Satış elemanları kanadın arkasındaki bölüme geçerek
müşterilere satış yaparlardı. Fatih Postanesi’nin yanında her gün bir Migros
kamyonu kaldırıma park ederek, gün boyu halka satış yapardı (Ayrıca şehrin
muhtelif merkezî noktalarında 20 kadar kamyon da aynı hizmeti verirlerdi).
1980’lerin ortalarında bu kamyonlar yerlerini, arka kapısından girilip, ön
kapısındaki kasanın yanıbaşından inilen, içi iki taraflı raflarla donanmış,
camsız kavuniçi Migros otobüslerine bıraktılar. 1990’larda ise gezici Migros
uygulaması tamamen kaldırıldı.
HALLAÇLAR: Evlerdeki yatakların içindeki pamukların
havalandırma işini yapan bu meslek grubundakiler, sokaklarda bağırarak
dolaşırlar, çağrıldıkları evlerin odasının ortasında yere oturarak, sırtlarında
taşıdıkları yay şeklindeki kalın bir dal parçasının iki ucuna gerilmiş teli,
pamuk yığınını içine sokarlar, diğer ellerindeki lâbut şeklindeki tahta bir
cismi bu tele sürekli vurarak, telin o tekdüze titreşim sesinin eşliğinde
pamukları havalandırmaya başlarlardı. Hallacın havalandırarak birbirinden
ayrıştırdığı pamuk blokları yeniden yatağa, yastığa ya da yorgana geri
doldurulduğunda bunlar yeni alınmış gibi kabarık, havaleli bir görüntü
verirlerdi
HAVA GAZI: Şehrin kısıtlı birkaç bölgesine “hava gazı” hizmeti
götürülmekteydi. Evlerinde hava gazı borusu olan şanslı daireler, mutfak ve
ısınma problemlerini hava gazıyla karşılarlar ve ay sonunda sayacın yazdığı
kadar tüketim bedelini gezici tahsildarlara öderlerdi. Hava gazı depolama ve ana
dağıtım merkezleri; Dolmabahçe, Silahtarağa, Yedikule ve Hasanpaşa’daydı.
İETT’nin sorumluluğunda dağıtımı yapılan bu hizmet, 1980’lerde kaldırıldı.
Günümüzün doğalgaz şebekesiyle mukayese dahi edilemeyecek bir teknolojide
olmalarına rağmen, sokaklarından hava gazı şebekesi sistemi geçen şanslı
konutlar, kesinlikle bu hizmetten son gününe kadar yararlandılar.
HORTUMLU ÇÖP KAMYONLARI: Belediye Başkanı Fahri Atabey
tarafından, 70’lerin başında Avrupa'dan ithal edilen 2 adet çöp kamyonunun
herhangi bir yerinde atık haznesi yoktu. Çöp toplama görevini, aracın
arkasındaki bölüme bağlı ortalama 30’ar santim çaplarındaki 2 adet hortum
görmekteydi. Bu hortumlar, tıpkı evlerde kullanılan elektrik süpürgeleri gibi
vakum yardımıyla çöpleri emerek hazneye toplamaktaydılar. Bu kamyonları
gördükleri anda zevkten adeta çıldıran çocukların, hortumların önüne attıkları
çeşitli ebatlardaki taşlar, konserve kutuları ve diğer gereksiz malzemelerden
dolayı, vakumları kısa zamanda bozularak emekliye ayrıldılar. İstanbul'un o
yıllardaki bu enteresan minicik lüksü de tarihe gömüldü, gitti.
HUSUSİ LEVHASI: O yıllarda dolmuşlar çok fazla olduğundan,
özel otomobil sahiplerinin çoğu, ticarî araç olmadıklarını ve yolcu taşıması
yapmadıklarını belli etmek için, araçlarının ön camının üzerine “HUSUSİ” yazılı
açıklayıcı bir bant takarlardı. Böylece, yol boyunca dolmuş bekleyen yolcuların
sürekli el işareti yapmaları engellenmiş olurdu. Aksi taktirde, trafikte
durulduğu anda, yan camdan birinin kafasını içeriye doğru uzatarak;
"Pangaltı'dan geçer mi?" şeklindeki sorularıyla yol boyunca muhatap
kalınırdı. 80'lerin ortalarından itibaren İstanbul'da dolmuş taşımacılığı sona
erince, bu türden açıklayıcı bir aparata da gerek kalmadı özel otomobillerde...
RENAULT MİNİBÜSLER: 1960’lardan itibaren tâ 80’lerin
ortalarına kadar İstanbul şehir içi ulaşımında, dış görünümleri çok enteresan
olan minibüsler çalıştı. Bunlar, normalden daha yüksek bir tabana sahip,
heyyulâ görünümlü acayip araçlardı. İstanbul’un hemen her semtine işlerlerdi
(Gaziosmanpaşa, Eyüb, Zeytinburnu, Bayrampaşa, Kâğıthane...) Fransız yapımı bu
minibüslerin, yan camlarının hemen sonrasında, kenarları yuvarlatılmış, ince
uzun bir dikdörtgen cam bulunurdu. Önden görünümleri itibarıyla, insanda yaşlı
bir kocakarı suratı (!) izlenimi uyandırırlardı. Tüm camları basıktı ve aracın
içi oldukça loş olurdu. Bunu gidermek için kimi şoförler, tavandaki
havalandırma kapaklarını camlı yaptırırlardı. Profilden görünümlerinde ise,
aracın ön kısmı neredeyse 30 dereceye yakın bir eğimle dizayn edilmişti. Yüksek
tabanlı bu araçlara binmek için de, mutlaka içerdekilerin yardımına ihtiyaç duyulurdu
(birileri kolundan tutup da, sevabına içeriye çekiversin diye). İlk
modellerindeyse, menteşelerinin montajından ötürü, yolcu biniş-iniş kapısı
tersine açılırdı. Son olarak 1981’de Aksaray-Eyüb ve Vezneciler-Gaziosmanpaşa
arasında bunlara bindiğimi hatırlıyorum. Sonraki birkaç yıl zarfındaysa,
Anadolu'daki kimi yerleşimlerde kullanıldıklarını duymuştum.
CITROEN OTOMOBİLLER: Fransız yapımı, şekilsiz Citroen
otomobiller vardı. Arka kasaları olmayan ve aracın tavanı arkaya doğru 45
derecelik bir eğimle gittikçe azalarak çamurluklarda sonlanan Citroen’lerin en
büyük özellikleri ise park edildiklerinde karoserlerinin zemine doğru
alçalmasıydı. Arabanın lastiklerinin söndüğü havasını verirdi. Araç tekrar
çalıştırıldığında ise tabanı yükselir ve kalkışa hazır hale gelirdi.
Citroen’lerin bir özelliği de, diğer otomobillerden farklı olarak arka
tekerleklerin üst yarısını örten jantlarının olmasıydı.
GECE BEKÇİLERİ: Geceleri sokaklarda devriye gezen gece
bekçileri olurdu. Kahverengi üniformalı ve kasketli bu güvenlik elemanları,
sabaha dek nöbetlerini devam ettirir ve civardaki sokaklarda gezen
meslektaşlarıyla haberleşmek için sık sık düdüklerini çalarlardı. Emniyet
Teşkilâtı’na bağlı olarak görev yapan gece bekçileri 1980’lerde kaldırılarak,
sabit karakol kadrosuna verildiler.
KİRALIK DÜRBÜNLER: Galata Köprüsü üzerinde İstanbul
siluetini, seyrüsefer yapan vapurları, Kadıköy ve Üsküdar kıyılarını, Haliç’i,
Adalar’ı ve Topkapı Sarayı’nı bir nebze olsun yaklaştıran gemici dürbünlerini
gelen-geçene cüz’i bir ücret karşılığında 5 dakikalığına kiralayan dürbüncüler
vardı. Daha çok dışarlıklı olanlar tarafından rağbet gören dürbünle bakma
olayı, etrafı seyretmekten ziyade, o yıllar için pek bilinmeyen bir teknolojik
aletle tanışma, onu kullanabilmekten alınan hazzı tadabilmenin verdiği keyifti.
PAY KUPONLARI: Gazetelerin sık sık kampanyalar düzenleyerek
çekilişle hediyeler dağıttığı yıllarda özellikle Hürriyet, Milliyet, Günaydın
ve Tercüman’ın logolarının sağında ve solunda damga pulundan biraz daha büyük
ebatlarda kesilmek üzere ayrılmış, üzerleri numaralı “Pay kuponları” olurdu.
Dileyen okuyucu her gün numara sırasıyla bu pay kuponlarını keserek, verilen
adrese postalar, karşılığında kendine bir kura numarası gönderilirdi. Kampanya
sonunda yapılan çekilişte kazanan okura; daire, araba, mobilya, bisiklet, radyo
gibi hediyeler verilirdi.
GAZOZ KAPAKLARI: Çocukların en sevdiği oyuncaklardan birisi
de yuvarlak metal, kenarları tırtıllı gazoz kapaklarıydı. O yıllarda özellikle
bakkallar ve çay bahçelerinin önü, çocuklar için ganimet denecek ölçüde çok,
atık gazoz kapağının olduğu noktalardı. Toplanan gazoz kapakları torbalara
doldurulur, sonra da üretilen çeşitli oyunlarla değiş-tokuş edilirdi. Çocuklar
tarafından yutma-yutulma olarak adlandırılan bu değiş-tokuşlar, o yaştakiler
için son derece aktif bir gazoz kapak borsasının doğmasına neden olmuştu. Her
markanın değişik bir değeri olurdu (Ankara ve Olimpos gazozu; birlik, Uludağ ve
Yedigün; ikilik, Meysu ve Elvan; beşlik, Schweppes; onluk gibi). Az bulunan
kapağın değeri de yüksek olurdu. Hatta çocuklar birbirleriyle bunları para
bozar gibi bozar ya da bütünlerlerdi. En düzgün gazoz kapağının iç kısmı, kapı
camlarından aşırılan cam macunuyla doldurularak ağırlaştırılırdı. Oyun
sırasında çocuklar bu macunlu kapakları kullanarak üstünlük sağlamaya
çalışırlardı. Artık, bırakın gazoz kapağı oyunlarını, pet ve teneke kutuların
yaygınlaşmasıyla- gazoz şişesi ve dolayısıyla gazoz kapağına bile çok çok az
rastlanır oldu.
KAYNAKÇA:https://www.sabah.com.tr/galeri/yasam/bir_zamanlar_turkiye_617364825358
FOTOĞRAFLAR:https://www.hayalmeyal.org/2008/11/ay-oynatclar-80ler_13.html
https://urun.n11.com/yurume-yardimcilari/bebek-guvenli-yurume-kayisi-yurume-yardimci-askisi-2-model-P225325433
http://halimodeller.blogspot.com/2012/06/koyun-postu-hal-modelleri-2012.html
https://www.youtube.com/watch?v=_dsEQGZKysY
http://www.gecmisgazete.com/haber/leyleklerin-arkasindan-hippiler-de-goce-basladi?page=41
http://www.nedirbul.com/mizika-veya-armonika-nedir/
http://www.haber7.com/foto-galeri/35849-turkiyede-bir-zamanlar-bunlar-vardi/p35
https://www.picsnaper.com/p/Shivaji-Maharaj-And-Afjal-Khan-Hd-Images-Auto-Design-Tech
http://www.mirabonbon.com/renkli-semsiye-cikolatalar
http://www.egedesonsoz.com/haber/manisa-nin-son-hallaci-teknolojiye-direniyor/866937
https://urun.gittigidiyor.com/koleksiyon/gunaydin-gazetesi-pay-kuponu-2-adet-8980970
KAYNAKÇA:https://www.sabah.com.tr/galeri/yasam/bir_zamanlar_turkiye_617364825358
FOTOĞRAFLAR:https://www.hayalmeyal.org/2008/11/ay-oynatclar-80ler_13.html
https://urun.n11.com/yurume-yardimcilari/bebek-guvenli-yurume-kayisi-yurume-yardimci-askisi-2-model-P225325433
http://halimodeller.blogspot.com/2012/06/koyun-postu-hal-modelleri-2012.html
https://www.youtube.com/watch?v=_dsEQGZKysY
http://www.gecmisgazete.com/haber/leyleklerin-arkasindan-hippiler-de-goce-basladi?page=41
http://www.nedirbul.com/mizika-veya-armonika-nedir/
http://www.haber7.com/foto-galeri/35849-turkiyede-bir-zamanlar-bunlar-vardi/p35
https://www.picsnaper.com/p/Shivaji-Maharaj-And-Afjal-Khan-Hd-Images-Auto-Design-Tech
http://www.mirabonbon.com/renkli-semsiye-cikolatalar
http://www.egedesonsoz.com/haber/manisa-nin-son-hallaci-teknolojiye-direniyor/866937
https://urun.gittigidiyor.com/koleksiyon/gunaydin-gazetesi-pay-kuponu-2-adet-8980970
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
Yorumlar
Yorum Gönder